22 Mayıs 2016 Pazar

Duvar,Lacivert Son

Tırnağımdaki ojeleri kazıyordum, aynı zamanda karşımda duvar mı insan mı belli olmayarak duran kişiye bir şeyler anlatıyordum. Anlattıklarım ona çarpıp sessizlik olarak bana dönüyordu. Bacağıma dökülmüş oje parçalarını silktim ve pencereye doğru yürüdüm.
Gökyüzü okyanusu andırıyordu, pencereyi açıp soğuk havanın yüzüme çarpmasına izin verdim. Koltukta oturan duvar insana havayla ilgili ve araba seslerinden ne kadar nefret ettiğimle ilgili cümleler kurdum. Bana yine sessizlikle cevap verdi. Dinlemiyordu gerçi, cevap veremezdi. İçimde bir şeyler patladı sanki, ve patlayan şeylerin içinden çıkan zehir ve kötü kokulu maddeler içime yayıldı. Yüzümü buruşturdum, elimi kalbime götürdüm deli gibi atıyordu. Ne olduğunu anlamadan kendimi balkonda buldum. Balkondan sarkmış sanki boğulurken son anda kurtarılmış gibi derin derin sesli nefesler alıyordum. Kendime geldiğimde gözüm ışıklara takıldı, binlerce ışık, şehir ışık ve gürültüden oluşuyordu. Bundan ne kadar iğrendiğimi düşündüm ve neden hala buna katlandığımı. Bir şeyler için bedel ödememiz gerekir, ama bu ödediğim bedelin altında bana hiç bir pozitif getiri yoktu. Her şeyin ne kadar boşuna ve anlamsız olduğunu düşündüm. Koltukta hala oturan duvar insana “Her şey ne kadar boş ve anlamsız” dedim.
Olmayan beyaz duvar yüzüyle bana dönüp sigara dumanını yüzüme üfledi. 
Hayatımı düşündüm, yapamadığım milyonlarca şeyi. 33 yaşıma girmiştim iki gün önce. 

Bu yitip giden bir yılı ironik bir şekilde coşkuyla kutlamıştık. Ben kısa siyah bir elbise giyip, ince telli zaten azıcık olan saçımı yukarıdan topuz yapmıştım. Dudağıma kırmızı bir ruj sürmüştüm. Herkes sanki inanılmaz bir iş başarmışım gibi görüntümden dolayı beni kutlamıştı, çünkü ilk defa “özenli” giyinmiş ve makyaj denebilecek bir şey yapmıştım. O gün herkes neşeyle dans edip benim yitip giden yılım şerefine içerken ben kenarda müziğe dayanamayan başıma masaj yapıyordum. Gece bittiğinde benimle yatmaya yeltenen iki kişiden birini seçmek zorunda hissedip birine oral seks yaptırıp uyumuştum, kapıdan çıkarken ettiği küfürlerin yarısını duyduktan sonra kulaklarımı tıkamıştım. Duvar kadın bacağıma dokundu ve susadığını söyledi. Ona su koymak için mutfağa yöneldim, fakat birden içimi bir nefret kapladı. O kadının benim hayatımda kapladığı yeri nasıl haketmediğini yüzüne haykırmak istiyordum. Ama muhtemelen yine duvara çarpıp geri döneceğinden vazgeçip ona bir bardak nefretimle doldurduğum suyu getirdim. Garip sesler çıkararak içip masaya çarptı ve telefonuyla uğraşmaya devam etti. O beyaz ışık karşısında büyülenmiş gibiydi, gözünü bir saniye bile ekrandan ayıramıyordu. Ellerimi bacaklarıma koyup tombul bacaklarıma baktım. Ne zaman vücuduma baksam elime bir bıçak alıp yarısını kesmek istiyordum. Tırnaklarımı bacaklarıma geçirdim. Bütün hayatım boyunca kiloluydum. Her zaman bir diyetim olurdu, farklı adlarda ama aynı işe yaramazlıkta. Kaç spor salonuna üye olduğumu kaç kere diyetisyene gittiğimi sayamıyordum bile. Sonuçta hala bu haldeydim. Her zaman bir şeylerden kaçardım, ve bu kaçışın sonunda vardığım nokta hep yemek yemek olurdu. Bu yüzden diyet listesi değil kaçışımı sonlandıran bir şeyler gerekiyordu bana. İşte o zaman hep aradığım o dinginliğe kavuşacaktım sanki. Parmaklarım kasılmış, bacağımda derin tırnak izleri ve kanayan çizikler oluşmuştu. Bir süre çıkan kanı izleyip parmağımla sildim.

 Yine içimde bir şeyler patlamaya başladı, yine aklıma o gelmişti. Sesi, yüzü, kokusu, sigara içişi… Her ayrıntı aklıma kazınmıştı. İki yıl boyunca geçirdiğimiz her an bir lanet gibi aklımdaydı. Elim telefona gitti, kendimi tuttum. Ona söyleyeceğim her şeyi zaten defalarca söylemiştim. Bir kere daha söylemem bir şey ifade edecek miydi? Sadece artık anlamasını istiyordum. Yok oluyordum, yavaş yavaş eriyordum. Artık acı çekmem her gün gece olması kadar sıradan ve olması gereken bir şey gibiydi. Kabullenişim acımı hafifletmemiş sadece normalleştirmişti. Elimde olan şeyleri düşündüm, bir kaç film ve hiç arkadaş. Çektiğim filmlerden çok mutluydum, çok tatmin olmuş ve gururlanmıştım. Fakat zaten sanki yapmam gereken bir şeymiş, sanki dişimi fırçalamak gibi bir rutinmiş gibi geliyorlardı bana. O yüzden hayatında ne yaptın denildiğinde, "Film çektim!" demem "Her sabah kahvaltı ettim!" Demem kadar komik olur gibi geliyordu. Elimde bir şey yoktu, değer verdiğim her şey iğrenç bir yalana dönüşüyordu. Hepsi kokuşmuş, iki yüzlü ve yalandı. Bense sanki başı ve sonu aynı bir tepeye tırmanıyor gibi hissediyordum, tepenin sonunda elimde olan tek şey çizikler, yaralar, yorgunluk ve geçen zaman oluyordu. Hala aynı koltukta oturuyordum, yanımda sigara dumanı ve telefon ekranına kilitlenmiş duvar kadın da hala koltukta oturuyordu. Zaman bir türlü geçmiyordu, sanki bu gece dünyanın sonuymuş ve ben hep bu gecede tıkılıp kalacakmışım gibiydi. Tuvalete gidip aynada yüzüme baktım. Güzel değildim, ama kabul edilebilir bir yüzüm vardı. İnce dudaklarım küçük bir burnum ve badem şeklinde gözlerim, hepsi kabul edilebilir görünüyordu. Yüzüm mavimsi bir renk almıştı, ellerim bembeyazdı. Gerçekliğim bir kamp çantası gibi omuzlarıma binmişti, çok çok ağırdı. 

Hayatım boyunca gerçeklerden kaçmıştım, kendimi hep hayalperest bir entelektüelliğin çok tatmin edici olduğuna inandırmış, kişiliğimi böyle oluşturmuştum. O gerçekten ben miydim, yoksa sadece saklanmak için kullandığım bir kılıf mıydı pek emin değildim aynada solgun yüzüme bakarken. Sanki kaçtığım her şey gelip beni bulmuştu ve yüzüme yüzüme gülüyordu. Ben gerçekten kimdim, etrafımdaki insanlar gerçekten göründükleri kişiler miydi. Hiç bir şeyden emin olamıyordum. Saat durmuştu. Evdeki tüm saatlerin aynı anda duruşunu nedense kabullendim. Artık hiç bir şey garip gelmiyordu. Etrafımdaki her şey, ben dahil iğrenç, acınası gerçekliğiyle parlıyordu. İçimde inanılmaz bir acıma ve kabullenme çatışması sürüyordu. Neden böyle giyinmiştim, neden burada dikilmiş suratıma bakıyordum, kendimi sahte hissediyordum. Suyu açtım, su koyu koyu ellerime doluyordu. Okyanusun dibindeki koyulukla aynıydı, sıvı formu yavaş yavaş çamurumsu bir kıvama büründü. Telaşla musluğu kapattım, elimdeki çamuru yüzüme çarptım. Sanki akan çamurla birlikte yüzümdeki maske de akıyordu. Yüzümü silip içimde huzurla içeri gittim, duvar kadın elini uzatmış yardım etmemi isteyen acı bir yüzle bana bakıyordu. Çığlıkları duvar kadar sessizdi. Sonra farkettiğimde çok geçti ama telefonu onu içine çekiyordu. O parlak büyük ekranın içinde kayboluyordu. Ağlıyordu, çok pişmandı, ama neyden pişman olduğunu anlayamayacak kadar aciz olduğu için pişmandı. Sonunda gerçeği görebilmesi beni mutlu etmişti. Koltukta duran, ışığı sönmüş telefona baktım. Dikdörtgen bir taşa benziyordu. Taşı yere atıp oturdum, pencereden sert bir rüzgar içeri doğru esiyor ve bir şeyleri deviriyordu, saate baktım. Yerinde yoktu. 

Artık saatlerin olmamasını kabullenmiştim, gökyüzü hala bir okyanus gibi dipsiz ve lacivertti. Ay gözükmüyordu, bugün dolunay olması gerektiğini hatırladım. Ama sonradan garip bir şekilde bunu da kabullendim. Artık yapmam gerekeni biliyordum, bu ev benim dünyamın sonuydu. İçeriden su sesleri geliyordu, salondaki büyük beyaz perde uçuşuyordu. Ayaklarımın ıslandığını hissettim. Çamurumsu mavi su her yeri kaplamıştı. Ellerime baktım, hiç bir şey hissetmiyordum. İçimde ne huzur ne acı vardı artık, hiç bir şey yoktu. Hatta hiçbir şey diyebileceğim kadar bile his yoktu. Her şeyi biliyordum, ama hiç bir şey olmadığı için hiç bir şey de bildiğim yoktu aslında. Su beni yavaş yavaş sarmalıyordu. Sıcak ya da soğuk değildi, bir tür jel gibi beni kaplıyordu. Perdesi uçuşan pencereden dışarı baktım, dolunay vardı. Yanında beyaz ince bulutlar belirmişti. Bir süre dolunayı izledim, çok kararlı bir şekilde ışık saçmaya ve yerinde asılı durmaya devam ediyordu, sanki hiç bir son beni etkileyemez diyordu. Onun bu güçlü duruşu içimi ısıttı.
Artık çamurumsu suyun içime dolduğunu hissedebiliyordum. Bu günü doğduğum andan beri biliyordum. 

Aylin Erol

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder