13 Temmuz 2019 Cumartesi

Akışkan Gölge

Aklımın içinde sürekli gezinen sisli bir anı var,  önemli olan kısmı çok net olsa da kenarları bir o kadar bulanık. Sanki bir bilinmezlik içerisinde yavaş yavaş sallanıyor gibi. Zamanın ötesinde, hislerle belirlenebilen kıvrımlarından tanıdığım ve çoğu zaman beni ziyaret edip aklımı kurcalayan bir anı bu. Bu betimlemeye çalıştığım anıdaki önemli olayımız ben küçükken, fakat ne kadar küçük olduğumu bilmiyorum, yaşadığım bir günün sonunda patlak veriyor. 

O gün sabah uyandığımda, yemek yediğimde, biriyle konuştuğumda, hiç bir şey yapmayarak oturduğumda, yaptığım şey ne olursa olsun büyük puslu bir balonun içinde hapis gibiydim. Renkler soluk, sesler uzaktan geliyor, hareketlerim yavaşlatılıyor, neredeyse gerçekten oksijen azlığı çekiyor ve kafamı bir türlü toplayamıyordum. Sanki sabah kalkıp yataktan sonsuz bir boşluğa düşmüşüm, kahvaltıda tatsız bir yaşamı olmuş olan fakat şimdi ölü bir deniz anası yemişim, yanında da bir bardak hiçlik içmişim ve sonrasında sadece anlamsız bir buharla duş almışım... Çevremdekilere anlatmak istediğim ya da ağzımdan çıkan her şey boğuk bir yankıya dönüşmüş, insanlar beni bir fanusun dışından izliyor ve aramızdaki camı asla aşamıyorum gibiydi. Bütün gün sadece bu hisler ile ilerliyorken zaman her zamankinden yavaş geliyor, her şey bir yüksek ateş sanrısı gibi hissettiriyordu.

O puslu ve anlamsız günün gecesinde uyuyamadığım için anneannemin yanında yatmak istemiştim, kafam hala allak bullakken anneannemin verdiği huzur duygusuyla tam uykuya dalacak gibi olmuştum ki zamanda huzursuz bir kıpırdanma oluştu, gözlerim henüz kapalıyken çevremdeki her şey sanki bir jöle gibi titreşmeye başladı, gözlerimi açtığımda anneannemin saçları yüzüme doğru uzanıyordu ama bu saçların her bir teki kıpırdaşan gölge solucanlara dönüşmüşlerdi. Gölge solucanlar karanlığın içinde bir görünüp bir kaybolan nokta nokta titreşimler yayıyorlardı. Onları izlerken sanki vücut ağırlığım gittikçe kayboluyor ve onların her hareketiyle ben daha da havalanıyor gibi hissediyordum. Gerçekte gözlemlediğim her hangi bir yerden yükselme durumu söz konusu olmasa da parmak uçlarımdan saç tellerime kadar havalanma duygusuyla kaplanmıştım. Uyuduğumuz koltuktan salona biraz göz gezdirdiğimde bu sefer diğer koltuklardaki yuvarlak minderler gözüme takıldı. Bu minderler her zamanki minderler gibi değillerdi, çünkü içimi kıpır kıpır ediyorlardı. 
Bir süre sonra minderler birden gölge kedilere dönüşüp  koltuktan koltuğa atlamaya başlamışlardı. Kediler de solucanlar gibi gölge titreşimleriyle bir görünüp bir kayboluyorlardı. Anneannemi uyandırıp odadaki kedilerin haberini vermeye çalışsam da o bir türlü uyanmıyordu. Onun yerine anlamsız ve oldukça uzaktan geliyor gibi duyulan sesler çıkarıyordu. Sanki ağzını her açtığında içinden bir dizi küçük evrencikler yayılıp son buluyorlardı. Çıkardığı sesler aynı zamanda ilkel hayvan seslerine de benziyordu. Gölge kediler bütün odada gezinip oyun oynarken gölge solucanlar da üzerimde sürünüyor ve ağzımdan göğüs kafesimin içine doluyorlardı. O gece zamanın nasıl aktığının ya da akıp akmadığının farkında olmasam da çok çok uzun bir süre gibi hissettiren bir zaman geçti ve ben hala gölge yaratıklara bakıyor içimdeki havalanma hissiyle başa çıkıyordum. Bir süre sonra neredeyse sabah olduğunda artık her şey bitmiş, ben de bir kaosun içinden huzurla sıyrılmıştım. 

Bu uğursuz hissettiren ama aynı zamanda karmaşık duygular da uyandıran anı her zaman aklıma geliyor ve her aklıma geldiğinde hissettiğim hiç bir şeyi adlandıramamakla birlikte sanki içinde yaşadığım zaman mekan sınırlamalı olgunun içinden çıkıp farklı bir yere seyahat ediyor gibi oluyorum. Gölgelerle dolu ama gölge kavramının içinde taşıdığı o ağırlık hissine çok zıt bir hatıra. Yerden kesilen zihin.



Aylin Erol

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Gece gözlemi / Göl Hasta'dan bir kesit

Ayaklı lambadan gelen loş ışık önce kitaplığa ordan da tavana yansıyor. Gölgeleri değişik şekiller oluşturuyor, odadaki başka olası varlıkların gölgeleri gibi görünüyorlar. Açık camdan gelen serin rüzgar bütün gün yaşadığım bunaltıcı sıcaklığa tezat olarak zamanın geçtiğini bana kavratıyor, bu kavrayışla değişimin kaçınılmaz olması gerçeği içimde bir şeyleri yerinden oynatıyor. Ben şu anda bunları yazarken eş zamanlı olan değişimlerin titreşimlerini ayaklarımın altında hissedebiliyorum. Yüzüme çarpan yumuşak rüzgar neleri taşıyor bana? Karanlığın her yerimi sardığı bu güvenli ve tanıdık odada kendimi hafif ve kadim hissediyorum. Anın içine ne kadar çok çekilirseniz o kadar yavaşlıyor. Nefes yavaşlıyor, uzuvlar yavaşlıyor, sokaktan geçen kedi adımlarını yavaşlatıyor. Zaman böyle geçerken zaman kavramı zihnimde daha çekici bir hal alıyor. Sanki ağır ağır dans eden bir kadın gibi. Bu an kesintiye uğradıkça kendimi farklı paralel bir gerçeklikte buluyorum.Sokaktan gelen köpek uluması bu paralel gerçekliği açan anahtar görevini görüyor. Şimdi artık camdan baktığımda arabalar daha hızlı. Nefesim hızlandı, içimde davetsiz bir misafirin getirdiği huzursuzluk var. Çok geçmeden oturuşumu değiştiriyorum, kendimi kendime getirme egzersizleri yaparken zamanın hesabını da kafamda kaybediyorum. Sesler başlıyor, sorular soruluyor. Kafamın içinde birden bir toplantı ortamı oluşuyor. Bu toplantı o kadar ani gelişiyor ki her şey anlamını kaybediyor birden. Anlam çok çabuk anlamını yitirebilir. "anlam" kelimesinin anlamını yitirmesi ile ironi kelimesi daha da güçleniyor.

Kafamdan nihayet çıktığımda edindiğim yetersizlik hissiyle etrafıma tekrar bakıyorum ışık aynı açıda, odada değişen tek yer kedinin yeri olmuş. Yolculuğum çok uzun sürmemiş olmalı. İnsan her zaman böyle miydi? Eskiden nasıl olduğumu anımsadığımda kendime yabancılaşıyorum. Zamanla değişen ben, değişimde olan kendimi kıskanıyor. Sanki değişim kattıklarıyla birlikte ruhumdan küçük parçaları da koparıp götürüyor gibi. Midemin bulantısını güneş tutulmasına bağlıyorum. Güneş tutulmasının bağlanacağı pek çok şey bugün midemi bulandırıyor. Gündüz saatlerinde yaşanan sıcak havanın kalıntıları kendini bir an için gösteriyorken bununla birlikte midemin bulantısı daha  güçlü hale gelse de bir kaç dakikaya yine bir rüzgarla kendime geleceğimden eminim. Sanki bacaklarımı sandalyeden aşağı sallandırdığımda suya değecekler gibi. Kendimi hep olası bir denizin üzerinde hissediyorum. Önceki hayatlarımda denizin yerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden Solaris beni hep çok etkilemiş, kocaman kızıl denize bağlı bir gezegende yaşama fikri  kitabı okuduğumdan beri çok yakın gelmişti. Hatta sanki eski bir yaşamımı izler gibi hüzünlenmiştim. Kafamda bunlar dönerken gözlerimi kapatmamla açtığımda yaşlar akması bir oluyor. Zaten her zaman melankolik bir insan olmuşumdur diye düşünüyorum. Varoluş hüznü, olduğumuz yer dilemması, gideceğimiz yer sorusu hüzün ile hep başa baş gidiyor.

Kafamı kaldırdığımda oda hala yerinde duruyor. Kafamdaki sinematografisi lezzetli olan sanat filmi kurgusuna devam ediyor. Kafam vücudumun en sevdiğim yeri diye düşünüyorum. Bu hem metaforik olarak hem de fiziksel gerçeklikte doğru sayılabilir. Bulunduğum andan daha iyi bir yer düşünemiyorum. "Kendimin en iyi haliyim", "Bulunduğum yer bana tam uygun ve daha iyisi olamazdı" Her şey ve herkes yerli yerindeyken bu gezegende yine tam yerine oturmuş bir domino taşı gibi hissediyorum. Her zaman geldiğim ve her seferinde içimde tatmin duygusuyla ayrıldığım bir park gibi yaşamım. Bir döngünün içine hapsolmuş gibi görünse de, içine hapsettiği anlar kaç kez tekrarlanırsa tekrarlansın verdiği tatmin duygusu kaybolmuyor.

Yok olmam için önce var olmam gerekiyordu, bu gerekliliğin getirdiği var oluş eylemini gerçekleştirdiğim salonumda şimdi kedim hala uyuyor. Hala gecenin içerisinde ilerliyoruz. Dramatik değişimler ve olaylar yaşanmasa da zaman zamandır. Beş dakikalık bir diliminin içerisinde yaşananlar bile şu an benim için evire çevire anlatılacak olaylar barındırıyor. Gökyüzüne baktığımda hiç yıldız göremiyorum. Bu yıldızların varlığını sorgulatmasa da içimde bir burukluk yaratıyor. Zaten yıldızların varlığı da zamanı karmaşıklaştıran şeylerden biri diye düşünüyorum. Aramızdaki mesafe de burada biz insanlara öyküler yazdırıyor. Yıldızlara karşı içimde bir şükran duygusu uyanıyor. İçimde dönen hoş duygular yine değişmek üzereyken kendimi havadan mod yakalarken hayal ediyorum. Besin kaynağını  çevresindeki frekans değişiminden yakaladığı anlık duygulardan çıkaran garip bir yaratık gibi hissediyorum kendimi. Hemen önümde masada duran kağıtlara bakıyorum. Karanlıkta yazılar karmakarışık görünüyor. İmrenmek ve kıskançlık kavramları arasındaki farklar listelenmiş bu kağıtlar gün içerisinde yaşadığım frekans değişiminin kanıtı oluyorlar. Bir gün içerisinde kaç kavramı sorguluyoruz? İçinden çıktığımız her an başka bir kavrama dönüşüyor. Kedi artık odada değil, zamanın hızıyla ilgili gözlem gücümü yitiriyorum. Bir şeyler hep olacağına varıyor. Bir şeyler hep oldukça güvende hissedebileceğimi biliyorum. Ne zaman şeyler olmayı durdurur emin olmasam da, şimdilik güvende olduğumu bilmek iyi hissettiriyor. Sokak sakinleşip rüzgar güçleniyor. Bacaklarımı nihayet sandalyeden sarkıttığımda suya değmiyorlar. Bir denizin üzerinde oturduğum gerçeğiyle birlikte bu gece de yavaş yavaş geçmişte kalıyor.

;

"Bazen neden burada olduğumuzu merak ediyorum" dedim.
 ellerimi dizlerime koymuş tahta zeminde oturuyordum. Sanki yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi başımı öne eğmiştim, vücudum kaskatı kesilmişti.
 "Birden içimde bir huzursuzluk beliriyor. Midemde uğursuz hayvanlar geziniyor. Boğazım kuruyor. Bu merak beni hasta ediyor. Vücudum tamamen kötüleşiyor. Neden buradayız merak ediyorum. Bu merak her seferinde daha da güçlü geliyor. Her geldiğinde daha dinlenmiş ve gücünü toplamış halde. Beni hasta ediyor."
 Derin bir iç çekip yüzüne baktım. Bana sinirlendiğini görebiliyordum. Göğsü hızlıca inip kalkıyor, parmaklarıyla masanın üzerine düzensiz şekilde vurarak uğursuz bir ritim tutturuyordu.

"Cevap basit. Göle bakmak için buradayız. Göl bizim için var biz de onun için varız. Asıl hasta olan göl, nasıl kendini düşünürsün. Bencillik. Sadece biraz soluklan. Gözlerini gerçeğe aç. Bir şeyler ye, iyi olursun."

İyi olacaksam da, bundan nasıl emin olabiliyordu?



-



Aylin Erol


2 Ocak 2018 Salı

Kara Güldürü - Revize

Kemiklerinin bir kaçı kırılmıştı herhalde, en azından hissettiği buydu. Oturduğu yer çok soğuktu, adeta götü donmuştu! Ama o bunu hiç umursamıyordu. Oturduğu yer var olmasa bile umursamayacaktı. Oturduğu yer var olsa, kendisi var olmasa ya da oturduğu yer sıcak ve rahat olsa ya da o aslında ayakta duruyor olsa da, hiç bir olasılığın önemi yoktu. Kaybolmuşlardı, önemler.

"Şu anda önemi olan tek şey..." diye düşündü, hayır cidden yoktu.

Durmak, hala biraz önemliydi. Durmak eylemi kendi içinde sonsuza katlanarak içinde hoş titreşimler yayıyordu.
Kuşların sesleri falan vardı. Bir kaç araba falan geçiyordu. Bir kaç kişi onun üçüncü basamağında oturuyor olduğu merdivenden ıkıla sıkıla yukarı çıkıyordu.

"Duracağım lan ben, yürüyün" dedi. "Sanki bana yürüyorsunuz."

 Kırık kemikleriyle orada duracak, kırık olsa duramazsın diyenleri haksız çıkartmak için. Zırva zırva zırva. Bacaklarını karnına çekti. Ah! Çok acıyordu canı. Ama tam olarak neresi acıyor onu bulamıyordu. Bütün olarak acıyordu işte, kendini daha ne kadar bölebilirdi ki. Çok olmadı diye düşündü. En fazla iki saat olmuştur. İki saat çok değildir. Üzerine binen iki saati düşününce kafasının içinde bir kaç kişi küçük bir tartışmaya girişti. Kafatası da acıyor eş zamanlı, düşünceler çat çat geçiriyor. Bu süreçte ayaklarıyla yere kaygılı ve oldukça bozuk bir ritim tutturuyordu.
O sabah telaşla toplantıya koşarken diğeri arkasından ne dedi de duymadı. Diğeri ne diye öğlen yemek yerken gözünün ucuyla sürekli onu izledi. Ya şimdi o kim diğeri kim, ne anlatıyorsun? O bizim adam diğeri de, diğeri işte.

"Seçenek olmadan diğer olmaz ki" dedi.

 Kafası bir sussa sigara içmeyi akıl edecek. Çakmağı da yok. Ayağa kalktı, bu kadar durmak yeterdi. Üstünü başını silkelerken cebinden çakmağı da buluverdi.

 "Hayamınakoyayım burdamıydın sen."

O sokak boyu yürürken kırılan kemiklerinin sadece bir metafor olduğunu anladık.

"Ne yaparsam yapayım olmuyor. Yapılacak tek şey kesin karar verip doğaya dönmek" diye mırıldandı.
 Vladimir çıksa da bir yerden "Onu da denedik!" dese tatmin olurdu ama nerede! Hem bu gece kendini assa da adam otu da bitmez ki salonunda. Adam akıllı bir ağaç bulup halletmesi en uygunu. Gogo da bunu isterdi zaten.
Referanslara ara verip kafasında bir şarkı döndürmeye başladı. Bazen birden kafasından vurulduğunu hayal ederdi. Şimdi de şarkıyla eş zamanlı bunu hayal ediyordu. Şu şekide; O dar sokakta ilerlerken karşısına birden bir adam çıkıveriyor. Elinde silahı var. Adam gariptir ama sadece uzun bir palto ve çizgili don giyiyor. Delirmiş gibi bir hali var. Sanki daha çok sıcak bir kaosun ortasından fırlayıvermiş gibi. Bizimki daha ne olduğunu anlayamadan alnının ortasından vuruluyor.
Nasıl bir his?

"Filmin bir yerinde bütün oyuncuların birden kameraya doğru bakması gibi."  dedi.

 İçini bir huzursuzluk kapladı. Yürüyor, yürümek oluyor. Duruyor, durmak oluyor. Çıkmaz bir sokağa bayağı ironik bir şekilde girdiğinde yanından yürüyüp geçen adamın altında sadece çizgili don vardı. Baya sevimsiz bir hikaye. Sokağın sonunda adam kameraya doğru bakacak mı acaba.
Hangi adam?

17 Kasım 2017 Cuma

Ruhlarımız tanışıyor

Onu gördüğümde mavi ve soluk renkli bir ağacın yanında dikiliyordu. İçimde bir şeyler çekildi. Bir şeyler aktı, durdu, döndü, ona değdi, hissetmedi.
Yanına gitmedim. Gitsem de bir şey diyemezdim. Bir şey desem de duyulmazdı. Duyma işlemi gerçekleşse de algılanmazdı. O bana baksa da geldiğimi göremezdi.
Ben onun içinden geçtim. O ağaç hala yerinde durdu. Bir bir anlattım. Bağırdım. İçim dışıma çıktı. Ama hala gösteremedim. Elimde tuttum. Gözüne doğrulttum.
Gördüğünü sanmıyorum.
Nefesimi duyuyor musun?
"Sanmıyorum."
Ne zaman geldi bilmiyorum, belki de başından beri oradaydı. Belki de ben buradaydım. Buranın belirleyici özelliği sadece bu ağaç. Belki de ağaç ortamı belirlemek için şekillendi.
"Belki ağaç başından beri var ve biz etrafında oluştuk."
Anlamıyorsun. Hiç bir zaman sözcüklerime odaklanmıyorsun. Yapabileceklerim sınırlı. Gökyüzü açtı. Güneş ışığı gözlerime vurdukça görüş açım daraldı.
Artık seni zar zor görebliyorum. Bana döndün mü?
Yüzünü görmezsem bilemem. Bilmediğim şeyler için bana bağıramazsın. Beni hissediyor musun?
Ruhlarımız tanışıyor. Her bir parmağında varoluşumun kanıtını görüyorum. Sayabiliyor musun? Gözlerinin baktığı her yerde eski acılarımı bırakıyorum. Yüz binlerce yıllık acılar. Anlıyorsun. Bazen nedensizce ağlıyorsun. Bir acımı yakaladın.
"Neden ağlıyorum ben şimdi?"
Yanındayım, yanyanayız. Artık güneş seni kapatmıyor. Bu yoldan aşağı inelim diyorsun. Dediğini yapıyorum. Doğru mu yanlış mı, bunu bilmemiz neyi değiştirebilir.
Gittiğimiz yol susuyor. Biz de susuyoruz. Sessizlik.
"İyi ki buradasın."
Burası dediğimiz yer artık dar bir yol. Yürükçe uzuyor gibi görünüyor. Ellerime bakıyorum. Benim değiller gibi. Kendine gel. Kendime gelmem gerektiğini biliyorum.
Ama kendime dönüş yolunu bulamıyorum. Kayboldum. Birlikte kendime gelsek olmaz mı?
"Yoruldun mu?"
Durdum mu, yürüyor muyum ayırdına yeni varıyorum. Duruyormuşum. Duruyorum ama içimdeki gel gitler durma eylemimi nötrlüyor. Anlamıyorsun, sadece bakıyorsun.
İçimi göremezsin. Gözlerinin içindeki ruhu tanıyorum. Sen beni unuttun, bu yeterince açık değil mi?
O artık yolda kendi ilerliyor. Bacaklarım kaskatı. Benliğim kaskatı. Gitme diyemiyorum. Gidiyor oluşuna bir şey yapamıyorum. Güçsüzüm, artık yokum.
Uyandığında parmaklarına bakıyorsun, kaç yaşamımı saydın? O gün içinde gözüne ağladığım bir zaman takıldı mı.
Yine nedensizce ağlıyorsun, bunu biliyorum. Çünkü bunu ben yaşadım. Zaman ve mekanı kaldırırsak aynı bedene sığar mıyız?
Ağaç mavi rengini yeni bir renge bırakıyor. Bu rengin bir adı yok. Kimse görmedi, kimse algılamadı. Bu yeni renk yok oluşun rengi mi?

Sen o yolun sonunda yok olduğunda hissettiğim şey bu yeni rengin adı olabilir mi?



AylinErol

12 Mart 2017 Pazar

kuyruğunu öldüren

Bir balık içinde yüzdüğü denizi ne kadar algılayabiliyorsa, ben de o kadar içerisinde bulunduğum oluşumdan haberdarım. Gün-gece döngüsünde yapageldiğim şeyleri sembolleştirip bir cisime aktarmış olsaydım, eminim cisim kendi içerisindeki tutarsızlıktan kısa bir süre içerisinde kendi yok oluşuna yollanırdı. Bu cisime bir ad vermek zor olsa da, hissettirdiği şeyler ; tutarsız,kayıp,arayışta,hep başa dönen.. ve benzeri kavramları andırıyor, şüphesiz. Mesela, gece sahilde soğuk kumlara oturup, denizin dipsiz gibi görünen karanlık suları izlerken içimde bu cisime bir hayranlık oluşuyor. Sonrasında kalkıp bacağıma yapışan kumları temizliyorum. O da benimle geliyor. Mutlu, sanki uzun zamandır bir kuyunun dibinde esir kalmış. Artık orda değil, benimle soğuk kumlarda yürüyor. İlerde oturan yabancıya sigara paketimi veriyorum. Gülüyor. Gideceğimiz bir yer yok ama sonuna kadar yürümeye hazırız. Sanki bütün benliğimle onu sarıyor,anlıyor ve ne kadar kötü olursa olun onu kabul ediyorum.
 Bir rüya görmüştüm. Üzerinden yaklaşık 3 yıl geçse de hala net bir şekilde hatırlıyorum. Bir grup insanla, daha önce bulunmadığım bir plajdayız. Gece geç saatler. Herkes bir amaç için orada ama bu bir görev hissi vermediği gibi eğleniyorlar da. Deniz yine soğuk ve karanlık. Ben kumların üzerinde uzanıyorum. Deniz tarafına baktığımda, tam ortasında bir uzay mekiği duruyor. Kapısı açık. Ya biz o araçtan inmişiz ya da binip başka bir yere gideceğiz. O açık kapı bana huzur veriyor. Orada bulunmak, o insanlarla tam olarak kestiremediğim ama var olan amacımız için beklemek. Kesinlikle huzuru en derinlerime kadar hissediyorum. Daha sonrasında daha uzun süre baktığımda birden sahne değişiyor. Felaket şeyler yaşanıyor, tam olarak algılayamadığım, adlandıramadığım bir -kaos. O kaos içerisinde baktığımda denizin bitiminden doğan devasa kırmızı ayı görüyorum. Her şey başa dönüyor. Her şey yine başa dönüyor. Her zaman başı ve sonu aynı, Cisim tekrar anlamlanıyor; tutarsız,kayıp,başa dönen. 
 Her adımımı izleyen, yargılayan, gülen, 
Kırmızı ay kaosu,
 eğer yapabilseydi bir kahkaha patlatırdı. 

19 Ağustos 2016 Cuma

Sadece bir not

Kendime not etmek isterim, bu düşüncem içinde bulunduğum 2016 yılındaki son düşüncemdir 2017ye kadar değişir, belki yarın değişir. Ne olursa olsun değişir nasıl olsa, ona şüphe yok. Ama not etmek isterim çünkü aciz beynim internet ağı kadar bilgiyi barındıramıyor ve burayı harici bellek olarak kullanıyor. Yapılacak bir şey yok, boyun eğmek lazım. İkinci kişiliğime yazdırıyorum bunu. Açıklayayım:
Şuan içinde bulunduğumuzu sandığımız, dilimizde evren diye adlandırdığımız bu çamurumsu sanal şeyin içinde oluşan tüm gerçeklikler daha önceki başka bir evrenden çıkmış ve o da ondan öncekinden çıkmış olabilir diye düşünüyorum. Şöyle, insanlık olarak içinde bulunduğumuz evreni çözememişken yeni bir evren yaratma yoluna gittik; internet. İnternette her gün büyük bir özenle ikinci benliklerimizi oluşturmaktayız. Bu benlikler zaman geçtikçe bizden daha aktif hale geldiler. Bütün gün pratikte hiç bir şey yapmıyor sadece bir aletin başında oturuyor olabiliriz ama ikinci benliklerimiz çok şey yapıyorlar. Yakında bizim yönlendirmemize ihtiyaçları kalmaz ya da biz direk o sanallığa geçiverir bu evreni de mi öldürürüz acaba? Acaba buna karşı çıkanlar ikinci sınıf mı sayılır? Bu evren ne zaman ölür tam olarak bilemiyorum ama ben gittikçe daha da çok ölürken zaten pek bir anlamı da kalmıyor. Elimden ne gelir ki.

22 Mayıs 2016 Pazar

Dünyanın Son Reyonu

Yerdeki taşlara bakarak yürüyorduk yani onun da baktığını varsayarak, yerdeki taşlara bakarak yürüyordum. Ara sıra durup adımlarımızı eşitlemeye çalışıyordum. Bu yürürken oynadığım küçük bir oyundu. Ama nedense bir süre sonra bu oyundan da sıkıldım. Yüzüne baktım, kararlı bir şekilde yürüyordu. Kafasında olan biten şeyleri yüzüne  zerre kadar yansıtmayarak. İnsanlar uzun mesafe yürürken bir ton şey düşünmeye meyillidirler. Yürümek sanki beyindeki çarkları döndürüyor gibi ya da insan vücudunu yürümeye ayarlayıp bedeni o işle meşgulken ona çaktırmadan kafasının içine bir yolculuğa çıkıyor da denilebilir. Ben bu düşüncelerle dengesiz bir biçimde yürürken birden durdu ve bir ah çekti.
"Sigara alacaktık, unuttum. Şurda bir market vardı alıp geleyim bekle istersen."
"Sorun değil, gidelim birlikte."
Bir ara sokağa girdik ve sonra sağa döndük. Marketin önüne geldiğimizde sanki bütün sokak durup bize baktı gibi bir hisse kapıldım. Bütün sokak derken kastettiğim insanlar değil, sokaktaki kaldırım taşlarından evlerin balkonlarında duran saksılardaki bitkilere ve hatta park halindeki arabalara kadar. Sokak  bütün varlığıyla döndü ve bize sorgular şekilde baktı. Bu garip his midemin içine  oturmuştu. Bu sırada o, burada önceden başka bir market olduğunu ve onun yerine yenisinin açılmış olabileceğini söyledi, yani öyle  söylediğini sanıyorum çünkü başım öyle güçlü dönmeye başlamıştı ki, sesler bana ulaşana kadar formlarını kaybediyor ve boşlukta kayboluyorlardı.  İnsanlar markete girdiklerinde bütün telaşları yok oluyor büyülenmiş gibi yavaş adımlarla ilerleyerek  ürünlere bakıyorlar, yine çok yavaş şekilde ürünleri sepetlerine yerleştiriyorlardı. Yaşlı bir kadın, mini pembe bir etek ve üzerine de yine parlak pembe bir buluz giymişti. Makyajı bir palyaçoyu andırıyordu. Önüne gelen bütün çikolataları sepetine atıyor, titreyen elleriyle bisküvilerin ambalajlarını inceliyordu. Bir senfoni sergiler gibi herkes senkronize olmuş yavaş ve büyülenmiş şekilde reyon aralarında ilerliyorlardı. 
 Birden elimi tuttu ve “İyi misin, daldın.” dedi. İyi olduğumu belirterek başımı yukarı aşağı salladım. Aslında bu sorunun cevabından ben de pek emin değildim.
"Çok garip ama sigaralar yukarı kattaymış, genelde kasada olmazlar mı? Adı gibi garip bir market burası. Kim bir markete -Tuhaf- ismini koyar ki, belki de sigaraları üst kata koydukları içindir. Onlar da sigaranın kasada olmamasını tuhaf bulmuşlardır. Ama bu üst kata koymalarına engel olmamıştır. Çünkü belki de, tuhaf olmaktan zevk alıyorlardır."
Sözünü bitirince markette Robert Schumann’ın dördüncü senfonisi yankılanmaya başladı. Ama biz  bunu artık garipsemiyorduk, çünkü burası tuhaf marketti. Burada her şey tuhaftı elbette.
Yaşlı kadın müziğe uygun adımlarla sakızların bulunduğu bölüme ilerleyip titreyen elleriyle bir sakız kutusunu tıkırdatarak ambalajını inceledikten sonra abur cubur dolu sepetine attı.
Daha sonra şarkıyı değiştirip, Grieg’den Solveig’s Song’u açtılar. Yukarıda bir odadan bu yayını yapan bir adam olduğunu düşündüm, müşterilerin hareketlerini izleyip buna uygun klasik müzikler çalan bir adam. Muhtemelen koca göbekli, pis sırıtışlı biridir. Ama saçmalamak için doğru bir zaman olmadığına karar verip bunu düşünmeyi sonraya bıraktım.
“Ben alıp geleyim sen burada bekle. Bileğin acıyordu zaten merdivenden çıkma.” dedi. Başımla onayladım ve temizlik ürünleri reyonuna göz gezdirmeye başladım. Vakit geçirmek için tuhaf bir reyonu seçmiştim fakat bu markete uyum sağlamam için bu gerekliydi. Ben tedirgin bir şekilde orada dikilirken birden şarkı yine kararsızca değişti ve Sabre Dance çalmaya başladı. Bu oldukça telaşlı şarkıya uyarak herkes telaşlı telaşlı hareket etmeye başladı. Yaşlı kadın hızlı adımlarla arkamdan geri geri koştu. Yaşlı bir kadının koşması oldukça zor değilmiş gibi bir de geri geri koşuyordu.
 Yumuşatıcıların olduğu rafa bakmayı bırakıp pembe giysili  yaşlı kadının peşinden ben de geri geri koşmaya başladım. Kasadaki insanlar küçük karıncalar gibi hızlıca işlerini halledip marketten çıkıyorlardı ve yeni karıncalar hızlıca içeri giriyordu. Kasadaki sıranın sonundaki bay karınca arkasını dönüp koca antenlerini bana doğru salladı, ben de benimkileri ona salladım. Sanırım bu bir selamlaşma türüydü. Haydn’dan The Heavens Are Telling eseri başladığında karıncalar yavaş sümüklü böceklere dönüştüler ve pembeli yaşlı kadın da geri geri koşmayı bırakıp yavaşca fakat ani hareketlerle çikolataları incelemeye devam etti. Karınca insanlar sümüklü böceklere dönüşmelerinin hemen ardından yavaşça ve hiç hissettirmeden yok oldular. Sanki güneşin doğması ve batması kadar doğal bir olaydı bu.  Onların ardında bıraktığı tuhaf boşluğa baktım. 
 Neredeyse on dakika oldu, nerede kaldı bu diye geçirdim aklımdan ve üst kata çıkıp  bir bakmaya karar verdim, bir sigara almak ne kadar zor olabilirdi ki. Karnım ağrımaya başlamıştı, karnımın içinde küçük solucanlar geziniyordu sanki. Yukarı kata çıkan merdivenlerin önünde bir süre duraksadım. Boğazım kurumuştu, kalbim değişik bir ritimde atıyordu. Merdivenleri çıkarken arkamdan basamaklar uzuyor ve Monteverdi’nin olduğunu anladığım bir şarkı eşliğinde dönüyorlardı. Dönen merdivenlerden çıktıkça önümdeki basamaklar bölünerek üçe dörde katlanıyordu. Hızlı adımlarla sonsuza katlanan merdivenlerden üçer üçer çıktım. Bileğim inanılmaz acıyordu. Sonunda durmaya karar verdiğimde merdiven de sakinleşip eski haline döndü. Onu kızdırmamak için yavaş adımlarla birer birer basamaklardan çıktım, o da artık bana zorluk çıkarmaktan vazgeçti.
 Yukarı kata ulaştığımda içimden sıkı küfürler ediyordum, neler oluyordu böyle? Sadece bir rüya da olabilirdi gerçi. Bu düşünce buruk bir teselli olarak içimde barınıyordu başından beri. Ama artık olasılık dahilinde olmadığını hissediyordum. Üst kata ulaştığımda bir kaç kişi alışveriş yapıyordu. Reyonların üzerinde aşağıdakinden farklı olarak isimler yazıyordu; -PARA ÜZERİ OLARAK VERİLEN SAKIZ REYONU-  Ah Tanrım! dememle birlikte yanımdan öyle bir adam geçti ki şaşkınlıktan iki elimle ağzımı sımsıkı kapattım. Adamın uzun saçları ve uzun sakalları vardı,ve beyaz ışıklar saçıyordu. Kafamdaki Hz. İsa figürüne o kadar benziyordu ki, bu benzerlik elle tutulacak kadar katı ve korkunçtu. Saçmalamaya son verip, "İsa kot pantalon ve Vans giymezdi, ayrıca -para üzeri olarak verilen sakızlar-dan da bir sepet dolusu almazdı" diye düşündüm. Ellerimi yavaş yavaş açıp ağzımdan çektim. Sigara reyonunu bulmalıydım. Sigara reyonu, nasıl bir saçmalıktı bu. Koridor boyu hızlı hareketlerle etrafa bakınarak yürüdüm. Sonunda onu gördüm -KASADA OLMASI GEREKEN SİGARALAR- reyonu. Brahms’ın bir senfonisi yankılanıyordu.
  Onu gördüğümde, pembe giysili yaşlı kadınla konuşuyordu.
-Buraya merdivenden çıktığıma eminim, fakat şu an merdiveni bulamıyorum.
-Buraya çıkmış olamazsın ki, burası bodrum katı.
-Peki, o zaman üst kata çıkan merdiveni gösterebilir misiniz lütfen?  Arkadaşım aşağıda, ah pardon yukarıda yarım saattir beni bekliyor ve telaşlanmış olmalı.
Elinde bir paket Marlboro tutuyordu. Yaşlı kadın ise bir sepet dolusu abur cubur. Kadın konuşmaya devam etti.
-Ama buradan yukarı çıkamazsınız ki, burası en üst kat.
Arkadaşım artık dayanamayıp  ”Dalga mı geçiyorsun sen benimle!” diye bağırdı. O an kafamda bir algı patlar  gibi oldu. Sanki yavaşça ve rahatça her şeyin ayırdına varmıştım. İçimde oluşan kabullenme hissinin verdiği rahatlıkla yanına gidip onu kolundan tuttum. Beni görünce telaşla sarıldı, özür diler gibi gözlerime baktı. “Endişelenme, iyiyim.” dedim. 
“Gel İsa’ya soralım. O belki çıkışı biliyordur.” dedim ve fısıldayarak ekledim. “Yaşlı bir kadın, bu kadar üzerine gitmemeliydin.”
İsa dememi idrak edemediği belli, şaşkın bir yüz ifadesiyle beni takip etti. Onu para üzeri olarak verilen sakızlar bölümüne götürdüm. İsa’ya benzeyen adam hala orada hepsi aynı marka olan ucuz sakızlardan hangisini alması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. En azından böyle görünüyordu.
-Pardon! Bakar mısınız, yukarı çıktığımız merdivenleri bulamıyoruz. Yani sanırım kaybolduk. Ne tarafta olduklarını gösterir misiniz acaba?
İsa’ya benzeyen adam ilahi gözleriyle beni süzdü. Daha sonra olukça serin kanlı bir ifadeyle “Ne merdiveni?” dedi.
“Burada, Dünyanın sonunda.” diye ekledi sonra. Sanırım bu bir soruydu yani şu şekilde çevirilebilirdi; “Burada ha? Dünyanın sonunda yani? Ne saçmalıyorsun sen?”
Daha sonra sakızları sepetine atıp bize doğru yürüdü. “Burada merdiven falan yok.”
Müzik yayını kesilmişti.